Yasuhiro Ishimoto;Japon-Amerikan fotoğrafçı…
Le Bal fotoğraf galerisi, Paris’in önde gelen fotoğraf galerilerinden biridir. Uluslararası çapta tanınan birçok önemli fotoğrafçının retrospektif sergilerine ev sahipliği yapar. Önceleri yalnızca fotoğraf sergileri düzenleyen bu mekanı sizlere tanıtmak istiyorum. Kurum, aynı zamanda gençlerin eğitimine büyük bir önem vermektedir ve iki katlı bir yapıya sahiptir. 2010 yılında Raymond Depardon ve Diane Dufour’un girişimleriyle, Paris Belediyesi’nin desteğiyle kurulan bu kurum, maddi kazanç amacı gütmeyen bir yapıdadır. 15 yıl içerisinde 30.000’den fazla ilkokul ve lise öğrencisine eğitim vermiştir. Kurumun amacı, gençlere dünya hakkında imgelerle düşünme yetisi kazandırmak ve toplumlarımızda yaşanan çalkantılara duyarlı bireyler yetiştirmektir. Bu sergi alanında, Fransa’da ilk kez sergilenen önemli bir Japon-Amerikan fotoğrafçıyla tanıştım ve bu fotoğrafçıyı bu sayıda sizlere tanıtmak istiyorum.
Yasuhiro Ishimoto’nun yaşam öyküsü ve eserlerinin modern fotoğrafçılığa olan etkisi, sanat dünyasında önemli izler bırakan hüzünlü fakat güzel bir hikayedir. Ishimoto, 1921 yılında Amerika’da Japon ebeveynlerin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve küçük yaşlarda Japonya’ya taşınmıştır. Ancak, 1939 yılında Japon ordusuna katılmamak için Amerika Birleşik Devletleri’ne geri dönmüş ve bu karar, onun hayatının yönünü değiştirmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Colorado’daki bir Japon-Amerikan toplama kampında kaderine terk edilmiş gibi görünse de, burada geçirdiği bir kazadan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve fotoğrafla tanışmıştır. Savaştan sonra tarım eğitimi alırken Chicago’daki bir fotoğraf kulübüne gitmeye başlayan Ishimoto, fotoğrafçılığa olan ilgisini artırır ve kendine has bir stil geliştirir. Eğitimine Chicago’daki Yeni Bauhaus (Institute of Design) okulunda devam eden Ishimoto, burada Bauhaus hareketinin Almanya’dan Amerika’ya göç etmiş eğitmenlerinden ders alır. Bu eğitim, onun fotoğrafçılık dilini şekillendiren en önemli faktörlerden biri olur. Ishimoto, Japon kültürel etkileri ile Bauhaus’un formalist-modernist yaklaşımını başarıyla harmanlamış ve bu özgün tarzıyla hem Amerika’da hem de Japonya’da tanınmayı başarmıştır. Ishimoto’nun eserleri, Bauhaus fotoğrafçılığı ile savaş sonrası Japonya’daki yeni sanatsal tarzları birleştirerek fotoğrafçılık tarihinde bir dönüm noktası oluşturmuştur.
Bu sergide Ishimoto’nun fotoğrafçılığının nasıl şekillendiğini ve sanatsal yolculuğunda hangi etkilerin belirleyici olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Ishimoto, burada ışık, hacim ve kompozisyon gibi görsel dilin temel unsurlarını ustalıkla kullanıyor. Deneysel çalışmalarını ve teknik hakimiyetini de burada anlayabiliyoruz. İki yıllık temel eğitimden sonra Harry Callahan ile çalışmaya başlayan Ishimoto, Callahan’ın doğallığa dayalı “straight photography” anlayışıyla, New Bauhaus’un yapı ve geometri odaklı formalist yaklaşımını birleştirerek kendine özgü bir dil oluşturmuş. Sergide yer alan 169 fotoğraf, Ishimoto’nun teknik ustalığını ve sanatsal vizyonunu sergiliyor. Özellikle Lake Michigan’da tatil yapan insanların yer aldığı seride, rastgelelik ile yapı arasındaki estetik uyum dikkat çekiyor. Bu fotoğraflar, hayatın doğal anlarını geometrik bir düzen içinde yakalamayı başarıyor. John Cage’in sözü Ishimoto’nun yaklaşımını özetler nitelikte: “Hayatsız bir yapı ölüdür; yapısız bir hayat ise görünmezdir.” Ishimoto, bu iki uç arasında mükemmel bir denge kurarak hem düzenin hem de hayatın bir arada var olabileceğini gösteriyor.
Serginin bir sonraki bölümünde, Yasuhiro Ishimoto’nun Kyoto’daki Katsura İmparatorluk Villası’nda çektiği fotoğraflar yer alıyor. Bu bölüm, Ishimoto’nun sanatsal gelişimini ve fotoğrafçılık dünyasındaki etkilerini daha iyi kavramamıza yardımcı oluyor. Ishimoto’nun Katsura İmparatorluk Villası’nda çektiği fotoğraflar, Japon mimarisi ile modern tasarım arasındaki ilişkileri gözler önüne seriyor. Edward Steichen ve Arthur Drexler, MoMa’da Japon mimarisi sergisi için Ishimoto’yu Japonya’ya gitmesini ve bu konuyu fotoğraflamasını istemişlerdir.
Katsura İmparatorluk Villası, 17. yüzyılda inşa edilmiş bir yazlık saray olup, döneminin mimari tekniklerinin zirvesi olarak kabul edilmektedir. Ishimoto, villada çalışırken, bu geleneksel yapıların modern mimarideki sade ve geometrik anlayışlarla paralellikler taşıdığını fark etmiştir. Ishimoto, Frank Lloyd Wright, Walter Gropius ve Le Corbusier gibi Batılı modern mimarların tasarım ilkelerinin izlerini Katsura’da bulmuştur. Villanın soyut geometrisi, alan kullanımı ve ahşap paneller gibi detaylar, modernizmin köklerinin Japon mimarisinde bulunduğunu ortaya koymaktadır.
Ishimoto’nun bu fotoğrafları, mimarinin güzelliğini belgelemenin ötesinde, Japonya’daki savaş sonrası tasarım anlayışını da etkilemiştir. Kenzo Tange gibi öncü mimarlar, Ishimoto’nun fotoğraflarından ilham alarak, Japon mimarisi ile modernliği birleştiren yeni bir mimari anlayış geliştirmişlerdir. 1960 yılında yayımlanan ‘Japon Mimarisi’nde Gelenek ve Modernlik’ adlı kitap, Ishimoto’nun bu fotoğraflarını ve Kenzo Tange’nin yazılarını içermektedir ve dünya çapında büyük ilgi görmüştür. Sergide ağırlıklı olarak mimari fotoğraflar olsa da plaj, anlar, teneke kutular, Tokyo ve New York sokak sahneleri gibi bölümler var ve biz de Ishimoto’nun genel anlamda fotoğrafçılığını anlayıp hayran kalıyoruz.
Sonuç olarak, Ishimoto’nun çalışmaları, Japonya’nın geleneksel estetik değerlerini modern tasarım dünyasına taşımış ve hem Japon mimarisinde hem de fotoğraf sanatında yeni bir çağ başlatmıştır. Le Bal’daki sergi, sadece bir retrospektif değil, aynı zamanda Ishimoto’nun Chicago ve Tokyo arasında geçirdiği savaş sonrası yıllarını ele alan fotoğrafları da sergilemektedir. Serginin ana teması, hayatın geçiciliğidir. Ishimoto’nun özellikle ‘Toki’ adlı serisi, insanın doğayla olan ilişkisini ve zamanın kaçınılmaz akışını göstermektedir. Eriyen karlar üzerinde kalan ayak izleri, doğanın geçici güzelliklerini anlatan yapraklar ve zamanla asfalta karışan teneke kutular gibi imgelerle, bu geçicilik duygusunu işlerken, aynı zamanda Budist felsefesinden esinlenmiştir. Budist felsefe ve zamanın akıcılığı arasındaki ilişki, Budizm’in temel öğretilerinde, özellikle de “anlık değişim” ve “geçicilik” (anicca) kavramlarında yatmaktadır. Budizm, var olan her şeyin sürekli değişim halinde olduğunu ve hiçbir şeyin kalıcı olmadığını savunur.
Ishimoto’nun fotoğrafçılığı, teknik açıdan da dikkat çekicidir. Tokyo’nun 23 özel semtinden biri olan Shibuya gibi kalabalık yerlerde çektiği bulanık figürler, bir taraftan hareketli görünürken diğer taraftan da insanın geçici olduğunu anlatmaya çalışır. Ishimoto’nun tarzını “geometri ve insani tesadüflerin” bir araya gelmesi olarak tanımlayabiliriz. Bir yandan modern mimarinin soyut yapısını, diğer yandan yaşamın rastlantısal ve kontrol edilemez yönlerini bir arada bulundurur. Aaron Siskind’in dediği gibi, Ishimoto “dünyanın nasıl göründüğünden, dünyada ne gördüğüm ve bunun ne anlama geldiğine” doğru bir dönüşüm yaratmıştır.
Son olarak, mimar Arata Isozaki’nin sözleriyle, “Ishimoto, modern Japonya’yı şekillendiren iki kişiden biridir. Noguchi heykelde, Ishimoto fotoğrafta başı çekenlerdir.” Callahan, Ishimoto’ya detaylara takıntılı bir çalışma disiplini kazandırmış ve kontrast baskı tekniklerini tanıtmıştır. Siskind ise soyut dışavurumculuktan etkilenmiş bir yaklaşım sunarak, hem grafiksel hem de belgesel bir tarzın nasıl harmanlanabileceğini öğretmiştir. Erken dönemde, Edward Steichen’in dikkatini çekerek, MoMA’daki ‘The Family of Man’ sergisinde yer almıştır. Ishimoto’nun fotoğrafları, güçlü bir görsel dilin ve kültürel sentezin nasıl mümkün olabileceğini göstermektedir. Fotoğrafçılığı, hem teknik hem de sanatsal açıdan değerlidir. Japon fotoğrafçılığını tanımak isteyen her fotoğrafçının Daido Moriyama, Araki, Masahisa Fukase ve Nobuaki Nakamura’yı ve mutlaka Ishimoto’yu incelemesi gerektiğini düşünüyorum. Paris’e yolu düşen fotoğraf severler de mutlaka LE BAL’e bir uğrasınlar, illaki önemli bir fotoğraf sergisiyle karşılaşacaklar. Ayrıca zengin kitapçısında da birbirinden güzel fotoğraf kitaplarını karıştırmayı da ihmal etmesinler.