Almodavar ve Son; başka yere açılan kapı..

Dün akşam Almodovar’ın son filmini seyrettim. Yönetmen olarak kendisini çok severim. Çektiği ¨La voix Humaine¨ filmini tüm versiyonlarını seyretmiş bir kişi olarak diperlerinin çok üstüne yerleştiririm. Bir yönetmende mutlak bulunması gerektiğine çok inandığım yaratıcılığın da ona bol mi,ktarda bulunduğunu düşünürüm.  Son filmi  “The Room Next Door”: Almodóvar’ın İngilizceye açılan kapısı olduğunu düşünüyorum

Bir yönetmen düşünün ki duyguların karmaşıklığını renklerle ve yüz hatlarındaki çizgilerle anlatır. Pedro Almodóvar, İspanyol sinemasının ustası, ilk İngilizce uzun metraj filmi “The Room Next Door” ile izleyicilerini onun filmlerinde alıştığımız alıştığımız dilden başka bir dilin içine çekiyor ve bir kez daha büyülüyor. Bu film, yalnızca bir anlatı değil, sanki ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizgide var olmanın  bir şiiri, en azından ben öyle gördüm, değerlendirdim.

Film, Sigrid Nunez’in “What Are You Going Through” adlı romanından uyarlanmış. Aniden iki kadının—Ingrid ve Martha’nın—çarpıcı hikayesine dalıyoruz. Yıllar süren bir aradan sonra yeniden bir araya gelen  iki eski arkadaş, muhteşem bir orman evinde hem geçmişin yaralarını hem de geleceğin karanlık belirsizliğini konuşmaya başlıyoryorlar. Martha, terminal safhadaki kanseriyle yaşamla ölümün arasında ve kendi kararını verme özgürlüğünü savunurken; Ingrid, kendisini yasal olarak tehlikeye atarak hem bir dost hem de bir tanık olarak bu sürece eşlik ediyor.

Tilda Swinton ve Julianne Moore’un ustalıklı oyunculukları, Almodóvar’ın karakterlerin ruh dünyasını izleyiciye hissettirme ustalığıyla birleşiyor. Yönetmenin sinematografisinde, Andrew Wyeth’in “Christina’s World” tablosunu anımsatan pastoral sahneler ve Edward Hopper’ın yalnızlık teması ile Amerika manzaralarına göndermeler dikkat çekiyor. Her sahne, bir ressamın fırçasından çıkmış gibi, yaşanan anın duygusunu ölümsüzleştiriyor.

Almodóvar, her zamanki gibi yaşamın en önemli, en acıtan sorularını sormaktan çekinmiyor: Bir insanın son isteğine tanıklık etmek ne kadar insani, ne kadar zor olabilir? Ölümü kabullenmek, yaşamın anlamını ne şekilde değiştirir? Almodovar bize bu soruları sorduruyor.

81. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazanan film, bu sorulara yanıt ararken, seyircisine empatiyle yaklaşıyor. Tilda Swinton’ın performansı, izleyenlere insan ruhunun ne denli kırılgan ve aynı zamanda ne kadar güçlü olabileceğini  hatırlatıyor.

“The Room Next Door”,  sessizliğin konuşmaya, ölümün ise yaşamın özüne dönüştüğü bir film. Almodóvar, bir yönetmen olarak İngilizce anlatıyı kucaklarken, kendi özünden bir gram  ödün vermiyor. Film, izleyiciyi müthiş bir yolculuğa çıkarıyor, sadece odaların ve orman evinin içinde değil, insan ruhunun derinliklerinde de bir geziye çıkartıyor.

Neyse filmi şöyle bir özetledikten sonra asıl konuya gireyim. Kanserle uğraşan bir hekim olarak ve kanser hastalarının yarısını feci bir şekilde kaybedildiğine şahit olan birisi olarak ölme hakkı yani ötanazi her zaman kafamı kurcalamış konudur. Bazı ülkelerde bu hak varken bazı diğer gelişmiş ülkelerde neden yoktur? Bazıları yıllar önce bu kanunu çıkartabilmişken bazıları neden bir türlü çıkaramamaktadırlar?

Ölüm kelimesi bir çok insanı rahatsız ettiğinden ben de bu anlamda ¨son¨ kelimesini metafor olarak kullanmaya karar verdim.

Son: Bir Bitiş mi, Yeni Bir Başlangıç mı?

Son, insan beyninin anlamlandırmaya çalıştığı en güçlü kavramlardan biridir. Günlük yaşamda her an karşımıza çıkar; bir ilişkinin sonu, bir yolculuğun tamamlanışı ya da bir hayatın nihayete ermesi… Ancak bu kavram, yüzeyde göründüğü kadar net ve mutlak bir yapıya sahip midir? Her son bir bitişi mi temsil eder, yoksa onun ötesinde yeni bir başlangıç mı gizlidir?

Sonun Doğası ve Algılanması

Son, temel anlamıyla bir şeyin tamamlanmasını ifade eder. Ancak bu tamamlanış, insan beyninin içinde farklı biçimlerde değerlendirilir. Bir şiirin son dizesi, bir senfoninin son notası ya da bir sevgilinin son bakışı, bitişle beraber başka bir duygunun yeniden ortaya çıkmasını sağlayabilir. Filozoflar için son, genellikle başka bir varlık ya da süreç için yeni bir başlangıç noktasıdır. Her şeyin birbirine bağlı olduğu bu dünyada, hiçbir son gerçekten “mutlak” bir bitiş olarak algılanamaz.

Bergson’un felsefesinde zaman, birbirinden kopuk parçalar değil, süreklilik arz eden bir akıştır. Bergson’a göre, insan zihni, zamanı parçalamış, geçmiş, şimdi ve gelecek gibi bölümler yaratmıştır. Ancak gerçek zaman, bu bölümlerin ötesinde, sürekli bir akış olarak vardır. İşte bu yüzden, bir şeyin sonu, aynı zamanda başka bir şeyin başlangıcıdır.

Sonsuzluk ve Son Kavramı

Antik Yunan düşüncesi, son ve sonsuzluk arasındaki ilişkiyi sorgulamıştır. Zenon’un paradoksları, özellikle hareket konusunu ve son kavramını ele alır. Örneğin, “Aşil ve Kaplumbağa” paradoksunda, Aşil’in kaplumbağayı geçememesi fikri, sonlu bir mesafenin bile sonsuz bir şekilde bölünebileceğini ortaya koyar. Bu durum, son kavramının fiziksel ve mantıksal düzeyde bile kesin bir sonuca ulaşılamayacağını gösterir.

Hegel ise sonlu ve sonsuz arasındaki ilişkiye farklı bir perspektiften bakar. Hegel’e göre, sonlu olan, kendi sınırlarını aşarak sonsuzluğa ulaşır. Burada insanın her sonu bir geçiş olarak yaşaması gerektiğine dair güçlü bir metafor vardur. Hegel’in bu yaklaşımı, sonun aslında bir süreç olduğunu, bir bitiş olmaktan çok bir evrilme anlamı taşıdığını vurgular.

Ölüm: Mutlak Son mu, Dönüşüm mü?

Ölüm, “son” kavramının en çarpıcı ve tartışmalı örneklerinden biridir. Bazıları için ölüm, mutlak bir yok oluş; bazıları için ise ruhun ya da bilincin yeni bir varoluş biçimine geçişidir. Toplumların ölümle ilgili ritüelleri, bu kavrama dair derin bir saygı ve korkuyu da içinde  barındırır. Ancak ölüm, her zaman bir bitiş midir? Yoksa ardında  bir hikâye bırakır mı?

Modern bilim ve felsefe, ölümün sadece bir biyolojik son olduğunu iddia ederken, metafizik ve ruhani yaklaşımlar, ölümün ardında bir süreklilik olduğunu savunur. İnsanın ölümle ilgili bu çift kutuplu algısı, aslında son kavramının doğasındaki belirsizliği gösterir. Durum  yoruma açıktır.

Son Bir Bitiş midir?

Son, çoğu zaman fiziksel bir bitişi ifade eder. Ancak, duygusal, ruhsal ya da düşünsel düzlemde, bu bitişin ötesinde bir süreklilik durumu da vardır. Bir ayrılık, yeni bir  başlangıcıdır. Bir projenin tamamlanması, yeni projelerin önünü açar. Her son, beraberinde yeniden yapılanmayı, bir yenilenmeyi de getirir.

Bu nedenle, son kavramını mutlak bir nihayet olarak görmek yerine, bir dönüşümün başlangıcı olarak algılamak gerekir. Bergson’un dediği gibi, zamanın doğası süreklilikse, hiçbir son tam anlamıyla “son” olamaz. Son, sadece bir durak, bir geçiştir. Bizi ileriye taşıyan bir adım, bir dönüşüm köprüsüdür.

Son olarak “Son” Ne Anlatır?

“Son”, insanın zamana ve varoluşa dair algısını şekillendiren önemli bir kavramdır. Ancak bu kavram, yüzeyde göründüğü kadar net değildir. Her son, aynı zamanda yeni bir başlangıcın habercisidir. Tıpkı bir sonbahar yaprağının düşüşünün, toprağa yeni bir yaşam olarak karışması gibi…

Sonu anlamak, yaşamın döngüselliğini kavramaktan geçer. Her bitişte bir anlam, her kayıpta bir kazanç gizlidir. Ve belki de en önemlisi, her son, insanın kendi varlığını yeniden sorgulamasına imkan verir. The Door Next Room filmini izleyin lütfen. Hızınızı alamazsanız önereceğim üç film de şunlar;

“Mar Adentro” (The Sea Inside) (2004) ¨İçimdeki Deniz¨Ispanyol yönetmen Alejandro Amenába’nın filmi. Michael Haneke’nin  “Amour” (2012) adlı filmi ve  “The Barbarian Invasions” (2003); Barbarların istilası,  Denys Arcand’ın yönettiği Kanada filmi. İçinizi sıkmayın lütfen Her şey güzel olacak.

 

.